ARAPÇA HAKKINDA ANSİKLOPEDİK BİLGİ
Arapça Sâmî diller ailesindendir. Bu dil ailesinin eski Mısır dilini de içine alan bir Hâmî-Sâmî köke bağlı olduğu düşünülmektedir. Sâmî diller doğu [57] ve batı [58] olmak üzere iki büyük kola ayrılır.
Güney Arapçası’nın en eski şekil veya lehçelerini bazı kitabelerle tanıyoruz ki bunlar Minae [59] Sebâ [60] Katebân ve Hadramut kitabelerinde [61] görülen eski lehçelerdir. Bunların bir nevi devamı olan bugünkü bazı lehçeler de [62] aynı grupta toplanır.
Bu tasnifte. Kuzey Arapçası tâli grubunda, klasik Arapça [63] çekirdek olmak üzere onun bağlı bulunduğu eski ve yeni lehçeler toplanır. Sadece Arapça, Arap dili denildiği zaman, umumiyetle klasik Arapça ve geniş manasıyla da klasik Arapça ile birlikte onun bağlı olduğu veya ona bağlı olan lehçeler manzumesi kastedilir.
Bütünü ile bu Arapça’nın tarihi, gelişme ve yayılma safhaları bazı ara devreler birleştirilmek suretiyle sadeleştirilmiş bir plan içerisinde şöyle hulâsa edilebilir:
1) Eski Arapça.
2) Klasik Arapça ve ona kaynak olan eski edebî lehçeler. [64]
3) Orta Arapça.
4) Yeni [65] Arapça.
5) Bu son iki safhada edebî yazı diline müvazî olarak devamlı gelişen mahallî lehçeler.
1) Eski Arapça
Eski Arapça’nın hususiyetleri ve geçirdiği safhalar hakkında bilgilerimiz bazı eski kitabelere, bir dereceye kadar da Araplar’la münasebetleri olmuş kavimlerin metinlerinde geçen kabile, şahıs ve yer adlarına dayanmaktadır.
Bugün en eski Arapça vesika, milâttan önce 853-626 yılları arasında Asurlular’ın Aribiler’e [66] karşı yaptıkları savaşlara dair Asurî metinlerinde geçen kırk kadar has isimdir.
Araplar’a ait en eski kitabeler, tahminen milâttan önce VI. yüzyılın ortalarına kadar çıkan ve müsned denilen Güney Arabistan yazısından gelişmiş bir hatla yazılmış, sayılan çok fakat dilin yapısı ve hususiyetlerini aksettirebilecek uzunluk ve zenginlikte olmayan metinlerdir. Bunlardan Medâinü Salih’in biraz güneyinde. Kuzey Hicaz’da el-Ulâ ve civarında Dîdânî ve ühyânî kitabeler [67] Sînâ. Ürdün ve Güney Filistin’de, hatta Mısır’da bulunan binlerce Semûdî kitabe ile başta Suriye’de Şam’ın güneydoğusunda volkanik bir bölge olan es-Safât’ta, ayrıca Ürdün’de, Kuzey Hicaz’da bulunan ve sahiplerinin Semûdîler’le yakın akrabalıklan anlaşılan Safâtî kitabeler, Arapça’nın, Güney Arabistan kültürünün hâkim olduğu uzun devreden kalma vesikalar olup çoğu ticaret yolları üzerinde kayalara kazılmış isimlerden ve kısa hâtıra kayıtlarından [68] ibarettir.
Daha sonra Arapça’nın teşekkülüne müessir olan Ârâmî kültürü IV. yüzyıldan itibaren tesirini kaybetmeye başlamıştır. Araplar kendi kitabelerinde Nabat dil ve yazısını kullanırlarken daha sonra bitişik Nabat yazısından Arap yazısı doğmuş ve Nabat dilinin yerini de Arapça almıştır. Bu bakımdan milâdî 328 tarihli en-Nemâre kitabesine, Nabat dilinde olmakla beraber, daha önceki devirlerden kalan vesikalann Arapça’sından farklı ve klasik Arapça’ya çok yakın bir Arapça’dan bazı unsurlar taşıdığı için ayn bir ehemmiyet verilir. “Bütün Araplar’ın meliki” İmruülkays’ın mezar taşındaki bu kitabenin yazısı da Nabatî yazıdan Arap yazısının doğuşuna doğru meydana gelen gelişmeleri aksettirme bakımından [69] halen mevcut en eski vesikadır. Böylece artık mevcudiyeti anlaşılan klasik Arapça milâdî 512 tarihli Zebed, 528 tarihli Üseys ve 568 tarihli Harran kitabelerinde açıkça ortaya çıkmaktadır.
2) Klasik Arapça
Klasik Arapça tabiriyle bugün mevcut en eski edebî metinlerde, Kur’ân-ı Kerim’de ve hadiste gördüğümüz, daha sonraları da Arapça’nın yayıldığı yerlerde din, şiir. edebiyat ve ilim dili olarak ana çatısı değişmeden devam eden. lehçeler üstü Arapça kastedilir. Bu dil muhtelif bölgelerde, daha İslâmiyet öncesinden bugüne kadar mevcut farklı lehçelerin yanında kendisine mahsus bir gelişme seyri çizmiştir.
Arapça’dan bahseden eski müellifler klasik lehçeyi el-Arabiyye, eski büyük lehçeleri luga [70] konuşma dilini avam dili [71] diye adlandırmışlardır.
Kesin olarak söylenebilir ki milâdî VI. yüzyılın ortalannda gramer [72] ve lügat bakımından farklılık gösteren lehçeler ve bunlardan ayn, kabileler arası ortak bir edebî lehçe [73] mevcuttu. Kelime hazinesi olarak kendi kabilelerinin lehçesinden faydalanmakla beraber şairler eserlerinde bu ortak lehçeyi [74] kullanıyorlardı. Nitekim bu ortak edebî lehçe, onu yaşatan ve devam ettiren şairler ve onlann şiirlerini ezberleyip yayan râviler tarafından kuzeyde Gassânîler’in ve Lahmîler’in saraylarına kadar bütün Arap yarımadasına yayılmış bulunuyordu.
Eski İslâm âlimleri, hususiyetlerine bakarak klasik Arapça’nın hangi büyük lehçe veya lehçelere dayandığını araştırmışlar, ancak daha sonraki âlimler Kureyş lehçesinin bu dilin esası olduğunu kabul etmişlerdir. Bununla beraber klasik Arapça’da farklı nisbetlerde bazı lehçe veya lehçe gruplannın hissesi vardır. Edebî dile en yakın lehçeler hakkındaki malzeme kıraate dair eserlerde bulunmaktadır. VI-VII. yüzyıllardaki lehçeler hakkında eski müelliflerin müşahedelerini umumiyetle garîb ve nâdir [75] kelime ve tabirlere dair eserlerle ilk lügat ve gramerlerde bulmaktayız. Bu sahadaki bilgilerin en eskisini ise Arap filolojisinde ilk lügat çalışmalarını Kur’ânî tedkiklere bağlı olarak başlatan İbn Abbas’a (ö. 68-687-88) borçluyuz. Onun tefsire dair çalışmaları yanında bilhassa Kur’ân-ı Kerim’deki nâdir kelimeler hakkında bir çalışması, gerek eski lehçeleri, gerekse bunların Kur’ân-ı Kerîm diline yani klasik Arapça’ya yakınlıklannı tayine yardım edecek en mühim kaynaklardan biridir.
Lisanı ve edebî malzemeyi derleyen, Arapça’nın kaidelerini tesbit eden ilk dil âlimleri, bu lehçeleri klasik dile yakınlıklarına, fasih oluş derecelerine göre sınıflandırmışlar ve çalışmalarında bu değerlendirmeyi daima göz önünde bulundurmuşlardır. Nitekim bu âlimler şehirde oturanların dillerine, Arap yarımadasının kuzeyinde ve güneyinde yaşayan bedevî kabilelerin lehçelerine, yabancılarla temasları bulunmaları ve dolayısıyla dillerinin saflığını kaybetmiş olması düşüncesiyle güvenmediler. Bu âlimlerce dilleri fasih kabul edilen lehçeler, İslâm’ın doğuşunda Tay hariç çoğu Mudar asıllı olan Hicaz ve Necid’de, Fars körfezi sahillerine doğru Necid’in doğusunda yaşayan kabilelerle bunlara komşu olanların lehçeleriydi. Bununla beraber Kureyş lehçesini de içine alan Hicaz lehçesi ile doğudaki Temim’e bağlı kabilelerin lehçeleri arasında da farklar vardı ve klasik dil bazan bir grubun, bazan diğerinin hususiyetlerini taşımaktaydı.
Klasik Arapça’yı temsil eden metinler şunlardır: Kadîm şairlerin câhiliyyûnun, muhadramûn ve İslâmî devrin ilk şairlerinin, [76] şiirleri, Kur’ân-ı Kerîm, Hz. Peygamber’in ve ilk halifelerin resmî muhâberâtı, hadis, eyyâmü’l-Arab’a dair mensur parçalar ve emsal.
Fasih Arapça ile nazil olan Kur’ân-ı Kerîm edebî mükemmeliyetini kabul ettirmiş, yüksek belagatı karşısında Araplar’ı hayrete düşürmüştü. Kur’ân-ı Kerîm daha Hz. Peygamber zamanında yazıyla tesbit edilmiş ve çok geçmeden kitap haline getirilmiştir. Gerek kısmen veya tamamen ezberlenerek, gerekse mushaf halinde süratle yayılan, aynı zamanda dilin bütün hususiyetlerini aksettirecek genişlikte bulunan Kur’ân-ı Kerîm, fasih ve edebî Arapça’nın en mükemmel numunesi, miyarı olmuş ve bu hüviyetini devam ettirmiş, dil ve edebiyata dair çalışmaların da hareket noktası olmuştur.
Yukarıda belirtilmeye çalışıldığı gibi Câhiliye devrinde ve İslâm’ın zuhuru sırasında yazı, Arapça’yı lâyıkıyla tesbite ve aksettirmeye müsait değildi. Şekilleri aynı olan harfleri henüz birbirinden noktalarla ayrılmayan ve kısa seslilere delâlet eden harekeleri vb. bulunmayan, muhtelif şekillerde okunabilen bu yazı bilhassa nâdir kelimeleri ifade şekillerini ihtiva eden edebî mahsullerin nesilden nesile intikalinde ancak hafızaya yardımcı bir vasıta idi. Sözlü rivayet esastı. Bunun neticesi olarak İslâm öncesinden az miktarda dil ve edebiyat malzemesi kalabildi. Câhiliye devrinin tahminen son 150 yılına ait olup daha çok hafızadan hafızaya intikal eden şiirlerin, emsalin, ahbârın, eyyâmü’l-Arab’a dair mensur parçaların, ensâba dair bilgilerin yazıya aktarılmasına hicretin 1. yüzyılında daha Hulefâ’yi Râşidîn devrinden itibaren teşvikle başlanmış. Emeviler devrinde sınırları genişletilmiş, hicrî II. III. yüzyıllarda bu tedvîn faaliyeti büyük bir gayretle devam etmiş ve daha sonra, toplanan malzemenin tamamlanıp yeniden tasnif ve tedvîni yapılmıştır.
Hicrî II. yüzyılın ikinci yarısına kadar Arap yazısının çok kifayetsiz oluşu, uzun müddet birçok hususiyeti hafızada korunarak sözlü yolla intikali, bu eserlerin başlangıçta taşıdıkları lehçe hususiyetlerinin hiç değilse bir kısmını kaybetmelerine sebep olmuş, aynı zamanda klasik Arapça’nın sarf, nahiv, lügat ve edebî kullanılış şekillerinin sistemli ve gayretli bir tarzda tayin ve tesbit edildiği Il-IV. [77] yüzyıllarda bir dereceye kadar standart bir hale getirilmiştir.
Bu metinlere dayanılarak dilin kaideleri tesbit edilirken, lehçeleri fasih sayılan, şehir muhitinden, yabancı temas ve tesirinden uzak kalmış kabilelere mensup bedevilerin dilinden kelimeler derlenmesi, edebî dilin lugatmda büyük lehçelerin kelime hazinesinin bir araya getirilmesi neticesini doğurmuştur. Klasik lugatlarda görülen, bir kelimenin kısa seslilerinin değişik birkaç çeşit söylenişi, zıt mânaya gelen kelimeler, aynı kelimenin muhtelif mânalar taşıması, eşyanın ve canlıların değişik hal ve şekillerini karşılayan kelimelerin, müteradiflerin bolluğu başlıca bundan ileri gelmektedir.
3) Orta Arapça
İslâmiyet’in Arapça üzerindeki tesiri büyük ve devamlı olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm fasih Arapça’nın çatısını, esaslarını tesbit için münakaşasız ve mükemmel bir numune olmuştur. Diğer taraftan İslâmiyet’le birlikte bu dilin vatanında eskisinden farklı bir düşünüş ve yaşayış tarzı, eski bedevî hayatından maddî ve manevî yönleriyle çok ayrılan bir şehir hayatı, bir cemiyet yapısı doğmaya ve gelişmeye başladı. Yaşayış tarzındaki ve hayat anlayışındaki, düşünce, duygu ve zevklerdeki bu değişmenin pek tabii olarak dilde de birtakım tesirleri olacaktı. Üstelik Arapça çok geçmeden eski hudutlarından taşarak asıl vatanından çok uzaklara, başka dillerin konuşulduğu ülkelere yayıldı. Bunun neticesi olarak da önce İslâmiyet’in ve dilin sahiplerinin hayatına, daha sonra bütün yönleriyle İslâm medeniyetine, bu medeniyet çevresinde serpilen, büyüyen, çoğalan ilimler ve sanatlara bağlı olarak Arapça günümüze kadar devam edegelen, halen de devam etmekte olan bir gelişme safhası yaşadı.
Milâdî VII. yüzyıl başlarında Arapça’nın sahası, Arap yarımadasının kuzeyine kadar uzanırken İslâm’ın yayılmasıyla ve fetihlerle hızla genişlemeye başladı. Arapça’nın ilk yayıldığı bölgeler arasında bulunan Suriye’de ahalinin çoğu, bu dile akraba olan Ârâmî dilini konuşuyordu. Esasen Gassânî sarayının dili olan Arapça bu bölgede kolayca yayıldı ve günümüze kadar bu toprakların millî dili oldu. Kültür, siyaset ve kilise dilinin Yunanca, konuşma lisanının Kıptî dili olduğu Mısır’a da Arapça aynı şekilde yerleşti.
Kuzey Afrika’da kıyı bölgelerde Latince kültür diliydi. İç kısımlarda da Berberi dili hâkimdi. Bunların yanında Latince. Yunanca ve Kartacalılar’dan kalma Sâmî dil unsurlarından mürekkep bir dil de konuşuluyordu. Kuzey Afrika’ya birbirini takip eden Arap gruplarının iskânı ile Arapça şehirlerden başlayarak yayıldı ve neticede Berberi dili yalnız bazı iç bölgelerde varlığını koruyabildi. Arapça Afrika’dan Endülüs’e [78]geçti. Bazı Akdeniz adalarını da içine alan bu saha doğuda Irak ve İran üzerinden Asya içlerine doğru uzanarak Pireneler ve Atlas Okyanusu’ndan Siriderya ve İndus kıyılarına kadar genişlemişti. Doğuda Irak’ta, İran’a yakın bölgelerde eski tarihlerden beri Fars dili ve kültürü ile temas halinde bulunan Araplar İslâm imparatorluğunun İran üzerinden genişleyen fetihleriyle Türk ve Hint kültür sahalarına kadar İlerlediler. Bu geniş yayılma sahasının çeşitli bölgelerinde günlük konuşma dili gittikçe farklılaşan lehçeler şeklinde devam ederken klasik Arapça müşterek ilim ve sanat dili olarak kaldı. Aynı zamanda bu yazı ve edebiyat dili çok uzak bölgelerdeki lehçelerin birbirlerinden tamamen kopmalarını da önledi.
Bir taraftan yeni iskân bölgelerine gelen Arap unsurlarının ekseriyetinin dili olan eski lehçelerin, diğer taraftan bu bölgelerde yerini aldığı veya komşu olduğu dillerin, değişik temaslann ve farklı şartların tesiriyle Arapça’nın birçok lehçe ve şiveleri doğmuştur. Büyük kısmı halen yaşayan bu lehçe ve şiveler umumiyetle doğu lehçeleri grubu ve batı lehçeleri grubu olmak üzere iki kısımda toplanır. Doğu lehçeleri grubunda Arabistan lehçeleri [79] Irak lehçeleri, Suriye-Lübnan ve Filistin lehçeleri; Mısır lehçeleri [80] batı lehçeler grubunda ise Libya ve Trablus Arapçasi, Tunus lehçesi; Cezayir ve Büyük Sahra lehçeleri; Fas lehçesi; Hassam [81] lehçesi, Endülüs, Patellaria [82] ve Sicilya [83] lehçeleri ile Malta dili vardır.
İslâmiyet’ten önceki devirlerden beri pek tabii olarak Arapça’ya bazı dillerin tesirleri olmuştur. Daha çok kelime alma şeklindeki bu tesir Arap dilinin sonraki yayılması, sınırlarının genişlemesi, coğrafya ve kültür temaslarının artması nisbetinde büyümüştür. Arapça’ya geçmiş yabancı unsurlann tesbitine dair çalışmaların çok eski bir tarihi vardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm dilinde, yani fasih lehçede diğer lehçelerden Arapça’ya akraba veya yabancı dillerden geçmiş kelimeler üzerinde daha hicri I. yüzyılın ilk yansında durulduğu görülmektedir. [84]
Arapça’ya girmiş [85] Arapçalaşmış [86] kelimeler hakkında daha sonraları müstakil eserler yazılmıştır ki bunların en tanınmışları, Ebû Mansûr el-Cevâlîki’nin (ö. 540/1145) el-Mucarreb’i ile [87] Şehâbeddin Ahmed el-Hafâcî’nin (ö. 1069/ 1659) Şifâ’ü’l-galîl’idir.
Yakın akrabalığı olan bazı Sâmî diller bir yana bırakılırsa, Arapça’da uzun tarihî seyri boyunca tesiri görülen dillerin belli başlıları arasında şunlar sayılabilir: Pehlevi ve daha sonraki şekliyle Farsça, Yunanca. Latince, Sanskritçe, Şimalî Afrika’da Berberilerin dili, muhtelif Roman dilleri bilhassa [88] Bir kısmı yazı diline kadar uzanan bu tesirler kültür tarihi bakımından da ehemmiyetlidir. Nitekim Arap kültürü ve İslâm medeniyetinin gelişme devresinde Arapça’nın bilhassa Farsça’dan [89] felsefeye, muhtelif riyâzî ve tabii İlimlere dair eserlerin Arapça’ya nakledildiği kesif tercüme hareketleri sırasında Yunanca ve Süryânî dilinden gelen tesirler bu tarz temasların neticeleridir.
Arapça’nın en çok alışverişte bulunduğu dillerden biri de Türkçe’dir. Ehemmiyetli izler bırakmayanlar bir tarafa, Türk-Arap temasları daha Halife Hz. Ömer’in hilâfetinin son yıllarından itibaren gittikçe artarak devam etmiştir [90] III. [91] yüzyılda Türkler’in büyük gruplar halinde İslâmiyet’i kabulü, Abbasî sarayında askerî güçlerinin ve nüfuzlarının artışı. Selçuklular’ın kuruluşundan sonra Türkler’in İran üzerinden Arapça’nın asıl vatanına doğru akışı ve nihayet Anadolu’ya yerleşen Türk hâkimiyetinin bütün Arap dünyasını uzun müddet içine alışı, her iki dilde de kaçınılmaz tesirler bırakmıştır. Nitekim Fas’tan Irak’a kadar uzanan bölgelerde konuşulan bütün lehçelerde olduğu gibi yazı dilinde de Türkçe’den geçmiş unsurlar hâlâ yaşamaktadır. [92] Türkler’in zaman zaman Arap dil ve edebiyatının gelişmesinde menfi tesirleri olduğu hususundaki bazı görüşler, dil ve edebiyatın tarihî akışındaki dalgalanmaları, yükselme, duraklama veya gerilemeleri, satıhtaki birtakım tarihî sebeplere veya zaman bakımından aynı devreye tesadüf eden hadiselere bağlayıverme gayretleriyle izah edilebilir. Meselâ Abbâsîler’in kudretlerinin zayıflaması ve 111. [93] yüzyılda Türk askerî nüfuzunun saraya hâkim oluşunun fikrî seviyede umumi bir düşüşe yol açması, saray dilinin bile eski saflığını kaybederek halk konuşma dili unsurlarıyla dolması hükmü [94] bu tarz görüşlerdendir. Halbuki III. [95] yüzyıl, eski klasik metinlerin titiz ve sistemli bir şekilde derlendiği, Arapça’nın gramerinin sağlam temellere oturtulduğu, diğer taraftan “Muhdes” [96] şairlerin en büyüklerinin yetiştiği, bilhassa yeni bir nesir dilinin büyük eserler verdiği devirdir. Yine Fück’e göre X. [97] yüzyılda Arapça’nm konuşulduğu memleketlerin Osmanlılar tarafından fethi de bu yerlerde ve hatta o zamana kadar Arap kültürünün merkezi olan Mısır’da edebî faaliyetin en düşük seviyesine inmesi neticesini doğurmuştu. Bunun sebebi ise Osmanlı hükümdarlarının Arap dili ve edebiyatını korumaya hususi bir alâka göstermemeleriydi. [98] Bu kanaat de yanlıştır. Çünkü Osmanlılar yalnız Arapça’nın vatanı olan ülkelerde değil, imparatorluğun yayıldığı her yerde açtıkları medreselerde Türkçe yerine Arapça okutmuşlar, Türkçe, Farsça ve Arapça olmak üzere her üç dildeki sanat ve ilim eserlerini desteklemişlerdir. Osmanlı devrinde Türk müelliflerinin Arapça olarak kaleme aldıkları sayısız eser, bu dile karşı beslenen alâkanın en açık delilidir.
Eski Arabistan’ın bedevi hayatının şiir dili, yukarıda kısaca bahsedilen âmillerle İslâm medeniyetinin en çok işlenmiş ilim ve sanat dili olmuştu. Bu zengin dilin İslâm medeniyeti çerçevesinde gelişen bütün ilim ve sanat sahalarına dair ıstılahları içine alan geniş bir lügati yoktu. İbn Manzur’un (ö. 711-1311) Lîsânü’l-‘Arab’ı. Ez-Zebidi’nin (ö. 1205-1790) Tâcü’l-‘arûs’u gibi kendilerinden önceki çalışmaları bir araya getiren büyük lugatlarla bunların tertip edildikleri zamanların muhtelif mevzulardaki eserlerini anlamak mümkün değildir. Çünkü klasik dilin fasih sayılan malzemesinden derlenen bu lugatlara İslamî, şehir hayatına bağlı ve yeni [99] kelimelerin, tabir ve ıstılahların pek azı girebilmişti. Lugatlardaki bu boşluğu kısmen çeşitli sahalar için tertip edilen ıstılah lugatları karşılamaya çalışıyordu. Devamlı değişme içerisinde bulunan hayatın getirdiği yeni kelimeler yanında eski kelimeler türlü yollarla yeni mânalar kazanıyordu. Nitekim ez-Zemahşerî (ö. 538-1144), edebi dilde eski kelimelerin kazandığı yeni mânaları Esâsü’1-belâğa’sında tesbit etmek istedi. Fakat bu ve daha sonraki bazı gayretler klasik lugatlardaki boşluğun pek küçük bir kısmını doldurabilmiştir. Hatta R. Dozy’nin Supplement aux dictionnaires Arabes’ [100] ve buna ek olarak verdiği diğer çalışmaları gibi eserler de işaret edilen eksikliği tamamıyla giderememiştir.
4) Modern Arapça
XIX. yüzyılın başından itibaren Arap dünyası ile Avrupa arasında yakın bir temas devri başladı. Umumiyetle Napolyon’un Mısır Seferi [101] yeni safhanın başlangıç tarihi kabul edilmiştir. Beraberinde birtakım âlimler getiren Napolyon, Mısır’da Arapça eserler basılmak üzere bir matbaa, rasathane, kimya laboratuvarı, tiyatro, kütüphane kurmuş, iki mektep açmış, iki Fransızca gazete çıkartmıştı. Bu tarihten kısa bir müddet sonra [102] Mısır valisi olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Avrupa mekteplerindeki tedris usullerinin ve programlarının tatbik edildiği muhtelif derecelerde ve çok sayıda yeni mektepler açtı. Bunlar arasında eczacı, maden, ziraat ve veteriner, ebe, lisan ve tercüme, muhasebe, sanat mektepleri gibi meslek mektepleri, hendese mektebi ve tıbbiye gibi yüksek mektepler vardı. Bir kısım dersler için getirtilen Fransız hocaların kendi dilleriyle verdikleri dersler Arapça’ya tercüme ediliyordu. Diğer taraftan 1826’dan itibaren çeşitli sahalar için Avrupa’ya ve hususiyle Fransa’ya talebe gönderilmeye başlandı. Bunların sayısı 1848’de 339’a yükselmiş bulunuyordu. Mehmed Ali Paşa ayrıca matbaaya ve tercüme hareketlerine de ehemmiyet verdi ve yarısı Arapça, yarısı Türkçe olan el-Vekâyi-i Mısriyye adlı bir gazete çıkarttı.
Bu yenilik hareketlerinde, kurulan yeni müesseselerde başlangıçta Fransa örnek alınmış, Mısır’da başlayan bu Avrupa tesiri zamanla diğer Arap memleketlerine de yayılmıştır.
Bütün bu temaslar ve tesirler, yeni ve Arapça’da yabancı mefhumların ifadesi zaruretini doğurdu; ilim, teknik ve sanatın muhtelif sahalarındaki ıstılahları karşılamakta güçlük çekildi. Nitekim et-Tahtâvî (ö. 1873) gibi ilk mütercimlerin bir taraftan yabancı kelimeler kullandıkları, diğer taraftan yeni mefhumları yeni tabir ve ıstılahlarla karşılamaya çalıştıkları görülür. Arapça’ya Avrupa dillerinden yabancı kelimelerin akışını önlemek, bilhassa ıstılahlar mevzuunda duyulan büyük sıkıntıyı gidermek için bu dilin imkânlarından faydalanmanın yollarını arayanlar farklı teklifler ileri sürdüler; ilim ve tekniğin çeşitli kollarıyla meşgul olanlar kendi sahalarının ıstılahlarını tesbit etmeye çalıştılar. Fakat birbirinden ayrı çalışan şahıs ve müesseselerin değişik teklifleri dilde bir karışıklığa yol açtı. Bunu önlemek için ilim ve sanat dili olarak Arapça’nın geçirdiği gelişmenin göz önünde tutulması ve böylece çalışmalarda, dolayısıyla yeni yazı dilinin lugatında birliğin sağlanması gerektiğini ortaya koydu. Bu yoldaki bazı teşebbüslerden sonra 1919’da Şam’da el-Mec-mau’l-ilmiyyü’l-Arabî adıyla bir akademi kuruldu. 1921’den itibaren çıkan mecmuası ve diğer neşriyatı ile faaliyette bulunan bu akademiyi, 1932’de Mısır’da kurulan Kraliyet Dil Akademisi [103] 1947’de Irak’ta tesis edilen el-Mecmau’I-ilmiyyü’l-lrâk takip etti. Rabat’ta 1973’te neşrine başlanılan el-Lisânûl-‘Arabî ile Fas da büyük ölçüde bu çalışmalara katıldı. Bu ilmî kuruluşlar, mecmualarında ve neşrettikleri diğer eserlerde bir taraftan dil ve edebiyata ait eski metinlerin neşrine, diğer taraftan ilim, teknik ve sanatın her şubesinde gerekli ıstılahların tesbitine yalnız bir memlekette değil, muhtelif Arap ülkelerinde müşterek yazı dilinin, bugünkü klasik Arapça’nın gelişmesinde birlik teminine çalışmaktadırlar.
Adı geçen resmî kuruluşların, üniversitelerin, bunlar dışındaki ilmî toplulukların veya şahısların gayretleri bugün mühim neticeler vermiş bulunmaktadır. Dile dair eski metinlerin tesbiti ve ilmî neşirlerine büyük ölçüde yer veren, böylece klasik dilin yeni şartlar içinde akışını sağlayan bu gayretlere rağmen dildeki çalkantının bugün tamamıyla durulduğu söylenemez. Nitekim aynı memlekette bile bazı müelliflerin aynı mefhumu başka ıstılahlarla karşıladıkları veya aynı kelimeyi değişik mefhumlar için kullandıkları görülebilmektedir. Modern Arapça’nın yazı dilinde bugün üzerinde en çok durulan şey ıstılahlarda birleşme meselesidir. Hususi sahalar için hazırlanmış müstakil eserlerden sonra üzerinde ittifak edilen kelimelerin Lisânü’l-‘Arab’ın son neşrinde [104] ilâve olarak yer alışı, beklenen istikrarın mühim bir belirtisi sayılabilir. Arap yazı diline bu son safhada Batı dillerinin tesiri sadece lügat bakımından olmamıştır. Bazı ifade şekillerinde, tabirlerde, hatta mahdut da olsa cümle yapısında aynı tesir görülür [105] Buna tam bir klasik kültür almamış muharrirlerde, bilhassa gazetelerde, radyo vb. de rastlanmaktadır. Kısaca bugün de bütün Arap memleketlerinin kullandığı ve klasik dilin devamı olan müşterek bir yazı dili vardır. Esaslarını muhafaza ederek gelişen ve muhtelif Arap ülkelerinin maziden miras olarak taşıdıkları ortak kültürlerinin en sağlam bağı olan bu dil. son safhasındaki gelişmesiyle, çok geçmeden eskiden olduğu gibi tekrar büyük bir ilim, fikir ve sanat dili olma yolundadır.
5) Mahallî Lehçeler
Arapça’nın gerek orta gerekse modern devresinde edebî yazı diline muvazi bir akış içerisinde olduğuna ve dağılışlarına yukarıda işaret edilmişti. Birbirinden uzak yerlerde farklı şartlar içinde yaşayan lehçeler, öteden beri edebiyata çok küçük nisbette aksetmiştir. Modern edebiyatın gerçek hayata yakın olma zorundaki tiyatro, roman ve hikâye gibi edebî nevileri bu nisbeti biraz da olsa artırmıştır. Arapça’nın konuşulduğu bazı memleketlerde müşterek yazı dilinin yerine mahallî lehçenin İkamesi fikrinin düşünüldüğü de olmuştur. Ancak lehçeler arasındaki farklılaşmayı hızlandıracak, Arap dünyasının geçmişteki ve bugünkü değerlerinden ortaklaşa faydalanabilme kapısını kapayacak ve nihayet siyasî sınırların bölemediği bir kültür birliğini parçalayacak olan bu düşüncelerin revaç göremeyeceği muhakkaktır. Bu arada Arap yazısının kelimeleri farklı okumaya müsaade edişi yüzünden matbuatın lâyıkıyla yapamadığı bir hizmeti, bugün hızla yayılan sesli neşir vasıtalarının üzerine almış bulunmasına, böylece radyo ve televizyonun lehçeler arasındaki farklılaşmayı hiç değilse bir ölçüde yavaşlatacağına işaret edilmelidir.
Bibliyografya:
1- İA, El2 ile aşağıda kaydedilen eserlerin ilk ikisinde Arap dil ve edebiyatının muhtelif devirleri, mes’eleleri, hattâ şahsiyetlerine dair tafsilâtlı bilgi ve bibliyografya vardır.
2- Brockelmann. GAL, I-II.
3- Suppl, I-III.
4- a.e. (Ar.), I-VI.
5- Sezgin. GAS. I-II, IV.
6- Ebü’l-Kâsım el-Bagdâdî. Kitâbü’l-Küttâb: Le Livre des secretaires de ‘Abdullah al-Bağdadi (nşr. Dominique Sourdel), BEO, XIV (1952-54), s. 115-153.
7- Ebû Hayyân et-Tevhîdî, Risale fl’ilmi’l-kitâbe (nşr. İbrahim el-Kîlânî), Dımaşk 1951 (şelâşü resâ’il).
8- ed-Dânî. el-Muhkem fi nakti’l-meşâhif (nşr. İzzet Hasan), Dımaşk 1379/1960.
9- Kalkaşendî. Şubhu’l-a’şâ, III.
10- Selâhaddin el-Müneccid, el-Kitâbü’l-‘Arabiyi’l’mahtût ile’l-karni’l-‘âşiri’l-hicri I: ennemâzic, Kahire 1960. 11- Selâhaddin el-Müneccid, Dirâsât fi târîhi’l-hatti’l-‘Arabî münzü bidayetihi ile’l-‘aşri’l-Emevi, Beyrut 1972.
12- Enîs Ferîha. El-Hattu’l-‘Arabi, neş’etüh, müşkiletüh, Beyrut 1961.
13- F. Salim Afîfî, Neş’e ve tetavvürü’l-kitâbeti’l-hattiyyeti’l-‘Arabiyye ve devrihe’ş-şekâfi ve’l-ictimâ’i, Kuveyt 1400/1980.
14- İbrahim Cum’a. Kışşatü’l-kitâbeti’l-‘Arabiyye, Kahire, ts.
15- Muhammed b. Saîd Şerîfî, Hutûtü’l-meşâhif’inde’l-meşârika ve’l-meğâribe mine’l karni’r-râbi’ ile’l-‘âşiri’l-hicrî, Cezayir 1982.
16- Meşâhifü Şan’a’ , Kuveyt 1405.
17- İbnü’n-Nedîm. el-Fihrist (nşr. G. Flügel), Leipzig 1871.
18- Taşköprizâde, Miftâhu’s-sa’âde, l-lll.
19- Taşköprizâde, Mevzûâtü’l-ulûm, I-lI.
20- Keşfü’z-zunün, I-II.
21- Izahu’l-meknûn, I-II.
22- Hediyyetü’l ‘ârifîn, I-II.
23- Serkîs, Mu’cem. I-II.
24- Kehhâle. Mu’ce-mü’l-mü’ellifin, I-XV.
25- Kehhâle.el-Müstedrek, Beyrut 1406/1985.
26- Ziriklî, el-A’lâm (Fethullah), I-Vlll.
27- Abdülhay el-Kettâni. et-Terâtîbul-idâriyye, I-II.
28- C. Zeydan, Medeniyyet-i İslamiyye, l-V.
29- C. Zeydan, Âdâb (Dayf);
30- es-Sekâfetü’l-İslâmiyye ve’l-hayâtul-mu’âşıra (nşr. Muhammed Halefullah, Eylül 1953’te Princeton ve Washington’da akdedilen İslâm kültürü collogium’unda sunulan tebliğler).
31- Gustave E. von Grunebaum, “Hadâretü’l-İslâm”, Medieval islam, a Study in Cultural Orierıtation (trc. Abdülazîz T. Câvid-Abdülhamîd el-Abbâdî), Kahire 1956.
32- Kemâl el-Yâzîcî. Me’âlimü’l-fikri’l-‘Arabî fi’l-‘aşri’l-vasît, Beyrut 1958.
33- Youssef Eche, Les Bibliothegues arabes publiques et semie-publiques en Mesopotamie, en Syriee et en Egypte au moyen âge, Damas 1967.
34- İzzet Hasan. el-Mektebetü’l-‘Arabiyye, Dımaşk, 1390/1970.
35- Abdüssettâr el-Halvacî. el-Mahtûtâtü’l-‘Arabiyye. Riyad, 1398/1978.
36- Ebü’l-Kâsım ez-Zeccâcî, el-îzâh fî’ileli’n-nahv (nşr. Muhammed el-Mübârek). 1373.
37- H. Fleisch, Introduction a l’etude des langues semitigues, elements de bibliographie, Paris 1947.
38- İbrahim es-Sâmerrâî, Dirâsât fı’l-luğa (Etudes linguistigues arabes), Bağdad 1961.
39- Süyûtî. el-Müzhir fi ‘ulûmi’l-luğa (nşr. M. Ahmed Câdelmevlâ v.dğr.), Kahire, ts. (Dâru İhyâi’l-kütübil-Arabî), I-II.
40- Cevad Ali. el-Mufaşşal, VII.
41- Şevki Dayf. el-Medârisü’n-nahviyye, Kahire 1968.
42- Ahmed Bek îsâ. et-Tehzîb fî uşûli’t-ta’rîb, Kahire 1342/ 1923.
43- J. Fück, Arabiyye, Recherches sur l’histoire de la langue et de style arabe (trc. Claude Denizlau v.dğr.), Paris 1955.
44- (Arapça trc. Abdülhalîm en-Neccâr), Kahire 1370/1951.
45- Muhammed Hadîr Hüseyin. Dirâsât fi’l-‘Arabiyye ve târîhiha, Dımaşk 1379/1960.
46- Subhî es-Sâlih. Dirâsât fî fıkhi’l-luğa, Dımaşk 1379/1960.
47- Muhammed el-Mübârek, Fıkhü’l-luğa, Dirâsât tahlîliyye mukârene li’l-kelimâti’l-‘Arabiyye, Dımaşk 1379/1960.
48- Muhammed el-Mübârek,Haşâ’işü’l-‘Arabiyye ve menhecühe’l-aşîl fıt-tecdîd ve’t-tevlîd, Kahire 1960.
49- Ali Abdülvâhid Vâfî. Fıkhul-luğa. Kahire 1381/1962.
50- Ali Abdülvâhid Vâfî. ‘İlmulluğa. Kahire 1404/1984.
51- Kehhâle, el-Luğatü’l-‘Arabiyye ve ‘ulümuhâ, Dımaşk 1391/1971.
52- H. Fleisch. Arabe classigue et Arabe dialectal (Travaux et Jours), Beyrut 1964, XII, 23-61.
53- Emîr Mustafa es-Şihâbî. el-Muştata-hâtü’l-‘ilmiyye fi’I-luğati’l-‘Arabiyye fi’l-kadîm ve’l-hadîş, Dımaşk 1384/1965.
54- Mahmüd Hicâzî, el-Luğatül-‘Arabiyye, Kahire 1968.
55- A. S. Mermerci ed-Dûmenki, el-Mu’cemiyyâtü’l-‘Arabiyye ‘alâ dav’i’ş-sünâ’iyye ve’l-elsüniyyeti’s-Sâmiyye (La Lexicographie arabe â la lumiere du bilitteralisme et de la philogie semitigue), Kudüs 1937.
56- Halil Yahya Nâmî. “Mine’l-lehecâti’l-Yememyyeti’l-hadîse”, Mecelletü külliyyeti’l-âdâb li-Câmi’ati Fuâd el-Evvel, 1947, Vlll, sayı 8’den ayrı baskı.
57- Abdülhalîm en-Neccâr, “Fi’l-lehecâti’l-‘Arabiyye ve uşûli’htilâfihâ”, Mecelletü külliyyeti’l-âdâb, 1953, XV. sayı l’den ayrı baskı.
58- Said el-Efgânî, Min Târîhi’n-nahv, Beyrut 1398/1978.
59- Afîf Abdurrahman, el-Cühûdü’l-luğaviyye hilâle karnir-râbi’ ‘aşere’l-hicrî, Bağdad 1399/ 1979.
60- Abdurrahman Fehmî, Medresetü’l-‘Arab, İstanbul 1304.
61- Mehmed Fehmi. Târîh-i Edebiyyât-ı Arabiyye, İstanbul 1332.
62- Tâhâ Hüseyin. Fi’ş-Şi’ril-câhili, Kahire 1926.
63- Tâhâ Hüseyin.Fi’l-Edebi’l-câhili Kahire 1927.
64- Tâhâ Hüseyin.Hadîşü’l-erba’a, Kahire 1937.
65- M. Ferîd Vecdi, Nakdü Kitâbiş-Şi’ri’l-câhilî, Kahire 1926.
66- Muhammed Hüseyin, Nakzu Kİtâb Fi’ş-şi’ril-câhili, Kahire 1345.
67- C. A. Nallino. Târihü’l-âdâbi’l-‘Arabiyye mine’l-câhiliyye hattâ’aşrı Benî Ümeyye (nşr. M. Nallino). Kahire 1954.
68- (Fransızca trc. Ch. Pellat), Paris 1950.
69- Hannâ el-Fâhûrî, Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî, Beyrut 1953.
70- Hannâ el-Fâhûrî, el-Mu’cez fi’l-edebi’l-‘Arabî ve târîhihî, Beyrut 1985, I-IV.
71- Blachere. Histoire de la Litteratüre arabe des origines â la fin du XV’e siecle de J. C, Paris 1952-56.
72- I-lll.
73- Blachere. Târîhu’l-edeb.
74- Gustave E. von Grunebaum. Dirâsât fı’l-‘edebi’l-‘Arabî (trc. İhsan Abbas v.dğr.), Beyrut 1959.
75- Şevki Dayf. Târîhu’l-edeb, I-Vl.
76- Ömer Ferrûh, Târihu’l-edeb, I-VI.
77- Necîb Muhammed el-Behbîtî. Târîhu’ş-şi’ri’l-‘Arabî hattâ âhiri’l-karni’ş-şâlişi’l-hicrî, Kahire 1381/1961.
78- Nâsırüddin el-Esed. Meşâdirü’ş-şi’ri’l-câhilî, Kahire 1962.
79- B. Tabâne. Mu’aliakâtü’l-‘Arab, Kahire 1387.
80- Ahmed Kabbiş. Târîhu’ş-şi’ri’l-‘Arabiyyi’l-hadîs, Dımaşk 1971.
81- Ömer Rıza Kehhâle. el-Edebül’Arabî fi’l-câhiliyye ve’l-İslâm, Dımaşk 1392/1972.
82- Nûrî Hamevi el-Kaysî. Dirâsât fı’ş-şi’ri’l-câhil, Bağdad 1972.
83- Nihad M. Çetin. Eski Arap Şiiri, İstanbul 1973.
84- Yûsuf Halîf. eş-Şu’arâ’ uş-Şa’âlik, Kahire 1966.
85- Jawdat Rikabi, La poûsie profane sous les Ayyûbides et ses principaux representants, Paris 1949.
86- M. G. ez-Züheyrî. el-Edeb fî zilli Benî Büveyh, Kahire 1949.
87- Emîn el-Hûlî. Fi’l-Edebi’l-Mısrî, Kahire 1943.
88- Abdürrezzâk Hamîde, el-Edebü’l-‘Arabî fî Mışr mine’l-fethi’l-lslâmî ile’l-Fâtımiyyîn, Kahire 1370/1951.
89- Abbas el-Azzâvî. Târîhu’l-edebi’l-‘Arabî fi’l-‘lrâk, Bağdad 1961-62, I-II.
90- Yûsuf İzzeddin, eş-Şi’rül-Irâki fı’l-kamıt-tâsi’ ‘aşer, Bağdad 1958.
91- Şâmi ed-Dehhân, eş-Şi’rü’l-hadîs fı’l-iktîmi’s-Sûrî. Kahire 1960.
92- Âli Abbas Alvân. Tetavvürü’ş-şi’ri’l-‘Arabiyyi’l-hadîş fi’i-‘Irak, Bağdad 1975.
93- Şevki Dayf, eş-Şi’r ve’l-ğınâ fi’l-Medîne ve Mekke li-‘aşrı Benî ümeyye, Kahire 1976.
95- Şâmi Mekkî ei-Ânî, el-lslâm ve’ş-şi’r, Kuveyt 1403/1983.
96- İhsan Abbâs, Târîhu’l-edebi’l-Endelüsî, Beyrut 1960.
97- E. G. Gömez, eş-Şi’rü’l-Endelüsî (trc. Hüseyin Munis). Kahire 1952.
98- E. G. Gömez, Ma’a Şu’arâ’ i’l-Endelüs ve’l-Mütenebbî (trc. Tâhir Ahmed Mekkî), Kahire 1394/1974.
99- M. Mehdî el-Basîr. ei-Müveşşah fi’l-Endelüs ve fi’l-Meşrik, Bağdad 1367/1948.
100- Selim el-Hulvî, el-Müveşşahâtû’l-Endelüsiyye, Beyrut 1965.
101- Mustafa İvad el-Kerîm. Fennü’t-tevşîh, Beyrut 1959.
102- Z. Mübârak. La Prose arabe, Paris 1931.
103- Muhammed Mendûr. en-Nakdul-menhecî’ inde’l-‘Arab, Kahire 1948.
104- Amjad Trabulsi (Emced Tarâbulusî, La Critigue poetigue des arabes, Jusgu’au Ve siecle de l’Hegire (Xle siecle de J.-C), Dımaşk 1955.
105- A. Ahmed Bedevi, Üssü’n-nakdi’l-‘Arabî, Kahire 1964.
106- D. Abdülhayy Diyâb. et-Türâşun-nakdî kable medreseti’l-cîli’l-cedîd, Kahire 1388/1968.
107- Tâhâ Ahmed İbrahim. Târîhu’n-nakdi’I-edebî ‘inde’l-‘Arab, Dımaşk 1972.
108- J. M. Landau, Etudes sur le theatre et le cinama arabes (trc. Francine le Clecc’h), Paris 1965.
109- Âdil Ebû Şeneb. Mesrah ‘Arabî Kadîm “Karakûz” (Karagöz), Dımaşk, ts.